Polonya Sendromu nedir? Polonya Sendromu, uluslararası ilişkilerde iki ateş arasında kalmak olarak tanımlanabilir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Polonya’nın işgale uğrayacağı konusunda duyduğu endişe olarak da tanımlanabilir.
Polonya Sendromu Nedir?
“Polonya Sendromu,” II. Dünya Savaşı sırasında kullanılan bir kavramdır ve Polonya’nın yaşadığı stratejik durumu ifade eder. Bu terim, büyük güçler arasında sıkışıp kalmış bir ülkenin, kendi kaderi üzerinde etkili olamaması ve savaşın başlangıcında, güçlü komşuları tarafından hızla işgal edilmesi anlamında kullanılır.
Polonya Sendromu şu durumu tanımlar:
-
Coğrafi Konumun Tehlikesi: Polonya, Almanya ile Sovyetler Birliği arasında, stratejik olarak kritik bir bölgede bulunuyordu. Bu durum, Polonya’nın hem Batı’dan hem de Doğu’dan tehdit altında olduğu anlamına geliyordu. Almanya ve Sovyetler Birliği, Polonya’nın topraklarını paylaşmak üzere gizli bir anlaşma (Molotov-Ribbentrop Paktı) yapmışlardı.
-
İki Cephede Savaş: Polonya, II. Dünya Savaşı’nın başında hem Almanya’nın hem de Sovyetler Birliği’nin saldırısına uğradı. Bu iki cepheli savaş durumu, ülkenin askeri savunmasını son derece zorlaştırdı. 1 Eylül 1939’da Almanya Polonya’ya saldırdı, ardından 17 Eylül’de Sovyetler Birliği Polonya’nın doğusunu işgal etti.
-
Stratejik Savunmasızlık: Polonya, büyük güçler arasındaki rekabetin ortasında, kendi savunmasını ve bağımsızlığını koruyamaz duruma geldi. Ülke kısa süre içinde işgal edilerek parçalandı ve bu durum, özellikle coğrafi konum ve büyük güçler arasındaki ittifakların yetersizliği açısından “Polonya Sendromu” olarak adlandırıldı.
Polonya Sendromu, uluslararası ilişkilerde, jeopolitik olarak kritik bölgelerdeki küçük veya orta ölçekli ülkelerin, büyük güçler arasında sıkışıp kalmalarını ve kendi kaderlerini tayin etme yetilerini kaybetmelerini tanımlamak için kullanılır.
İçerik Tablosu
İkinci Dünya Savaşı Sürecinde Polonya
1 Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’yı işgali II. Dünya Savaşını başlatmıştır. İşgal öncesi Adolf Hitler‘in 1934 yılında imzalamış olduğu Saldırmazlık Paktı, Almanya’nın savaşa girmesi durumunda ortaya çıkabilecek bir Polonya-Fransa askeri ittifakının önüne geçmiştir. Almanya’nın sahip olduğu askeri hava kuvvetlerini yeni bir mobil savaş anlayışı üzerinden uygulayabildiğini göstermiştir. Polonya, işgaller karşısında önceki yıllarda imzalamış olduğu anlaşmanın etkisinde kalarak geç müdahale etmek durumunda bırakılmıştır. Almanya’nın özellikle hava kuvvetleri bakımından üstünlüğü Polonya’yı dezavantajlı konumda bırakmıştır.
Polonya’nın içinde bırakıldığı durum aynı zamanda Almanya ile II. Dünya Savaşı öncesi müttefik olan Rusya’nın da Polonya’ya işgal ihtimalini ortaya çıkardı. Polonya’nın Alman işgali acımasız ve baskıcıydı; Naziler Polonya halkına karşı yaygın katliamlar, zorla çalıştırma ve diğer zulümleri uygulamıştır.. Polonya’nın Yahudi nüfusu da imha edilmek üzere hedef alınmış, Naziler tarafından Auschwitz, Treblinka ve Sobibor da dahil olmak üzere bir dizi toplama ve imha kampı kurulmuştur. Polonya direniş hareketi, karşılarındaki ezici güçlere rağmen, savaş boyunca sabotaj, casusluk ve diğer direniş eylemleri gerçekleştirerek Alman işgaline karşı mücadele etmeye devam etmiştir. Bu direniş hareketlerinin en ünlüsü, Polonya Vatan Ordusu’nun Varşova şehrini Alman işgalinden kurtarmaya çalıştığı 1944 Varşova Ayaklanması olarak adlandırılmıştır. Ayaklanma nihayetinde Almanlar tarafından bastırılmış ve binlerce Polonyalı sivilin ve direniş örgütü üyesinin ölümüne neden olmuştur. Savaştan sonra Polonya, komünist hükümetin muhalefeti bastırmasıyla bir Sovyet uydu devleti haline gelmiştir.
İkinci Dünya Savaşı Sürecinde Türkiye ve Polonya Sendromu
Türkiye Cumhuriyeti, II. Dünya Savaşı Dönemi’nde statükoculuk anlayışı üzerinden karar alma politikasını benimsemiştir. Statükocu anlayış (Status quo) mevcut durumu temsil eder ve statükocu anlayış mevcut siyasal ve sosyal düzenin mümkün mertebe muhafazasını kapsamaktadır. Statükocu düzen, revizyonistliğin tam tersi anlayıştır, revizyonist anlayış değişiklik ve kurulu düzenin değişikliğe uğraması üzerinden değerlendirilirken statükocu anlayış düzenin korunması üzerinedir. Cumhuriyetin ilk yılları genel ele alındığında revizyonist politikalar daha etkin görülmüş, ancak ortaya çıkan Dünya Harbi’nde tarafsızlığın korunması amaçlı statükocu tavrı tehlikeye düşürmüştür. Dünya genelinde kutuplar mihver devletler ve müttefik devletler ekseninde taraflaşırken Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1941 yılı itibariyle statükocu tavrın entegresine yoğunlaşmıştır. Savaş ilanının ardından bir gün sonra tarafsızlığını ilan eden Türkiye, Alman-Rus polemiğinin ardından Polonya Sendromu tehlikesini de bertaraf etmiştir.
Alman Birliklerinin 1942 Haziranında Rusya’yı işgali, Türkiye’nin tarafsızlığını tehlikeye düşüren iki devletin birbiriyle polemiğe girmesi ve Türkiye’nin gündemden uzak olmasını sağlamıştır. Dönemin Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu bu anlayışın korunmasında önemli rol oynamıştır. Türkiye-Almanya ilişkilerinin iyileşmeye başladığı Haziran 1942’de Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne saldırısı Türkiye’yi Polonya Sendromuna uğramaktan yani SSCB ve Almanya ortak işgalinin gerçekleşmesi ihtimalini ortadan kaldırmıştır. Almanya ile izlenen saldırmazlık antlaşması ve Batı ile yürütülen olumlu ilişkiler bu duruma örnek oluşturmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti bu süreç içerisinde statükocu ve revizyonist devletler arası ince bir denge politikasında yoğunlaşmış, sonuç olarak mihver ve müttefik devletler arası saldırıların dışında durabilmeyi başarmıştır. Türkiye, savaş sonrasında ise statükocu tavrını Batı’ya yöneltmiş, özellikle Sovyetler tarafından sergilenen saldırgan tutum Türkiye’nin Amerika ve İngiltere ekseninde diplomasi izleme eğilimi ile sonuçlanmıştır. Soğuk Savaş sürecinde ise Türkiye, stratejik açıdan önemli jeopolitik avantajlarına da ithafen kapitalist Amerika yanında yer alarak müttefik belirlemiştir. Soğuk Savaş Dönemi’nde izlenen politikalar, Türkiye’nin NATO’ya girişini büyük ölçüde kolaylaşmıştır.
Polonya Sendromu ile İlgili Yazılar