Osmanlı’dan Günümüze Türkiye İskân Politikaları Giriş:
Ekim 2005 – Haziran 2006
Türkiye Araştırmaları Merkezi’nin, metne yönelik okuma-anlama ve tartışma amaçlı Tarih Okumaları başlıklı toplantılarına, 31 ay devam eden Osmanlı kronikleri okumalarının ardından 5 oturumluk Osmanlı kuruluş tartışmaları ile devam etmiştik. Gerek Osmanlı kronikleri gerekse kuruluş tartışmalarına ilişkin bu toplantıların özet sunumları BSV Notlar serisinden birer kitapçık olarak yayınlandı. Program çerçevesinde düzenlediğimiz bir başka tartışmalı toplantımızda ise Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de İskân Politikalarını konu edindik. Osmanlı’da iskân tarihine ilişkin bir giriş oturumundan sonra bu alanda tartışmayı şekillendiren şahıslar ve eserleri üzerine konuştuk. Son iki oturumda ise S. Faroqhi ve Kemal Karpat ile XVIII. ve XIX. yüzyılda Osmanlı’da iskân ve nüfus politikaları üzerinde durduk. Yakın bir zamanda kapsamlı bir özeti BSV Notlar serisinden yayınlanacak olan bu tartışmaları biz de burada kısaca bahis mevzu etmek istedik.
İçerik Tablosu
- 1 Osmanlı’dan Günümüze Türkiye İskân Politikaları Yol Haritası
- 2 Osmanlı’da İskân Tarihi: Giriş
- 3 Ömer Lütfi Barkan veOsmanlı İskân Tarihine İlişkin Çalışmaları
- 4 Cengiz Orhonlu ve Osmanlı İskân Tarihineİlişkin Çalışmaları
- 5 Osmanlı’da İskân ve Nüfus Politikası
- 6 XIX. Yüzyılda Osmanlı’daİskân ve Nüfus Politikası
Osmanlı’dan Günümüze Türkiye İskân Politikaları Yol Haritası
Öncelikle bu beş oturumda ele aldığımız konuları özetleyecek olursak:
1. Toplantı
Osmanlı’da İskân Tarihi: Giriş
Sunan: Gülfettin Çelik, 22 Ekim 2005.
2. Toplantı
Ömer Lütfi Barkan ve
Osmanlı İskân Tarihine İlişkin Çalışmaları
Sunan: Yunus Koç, 21 Kasım 2005.
3. Toplantı
Cengiz Orhonlu ve
Osmanlı İskân Tarihine İlişkin Çalışmaları
Sunan: Tufan Gündüz, 26 Aralık 2005.
4. Toplantı
Osmanlı’da İskân ve Nüfus Politikası
Sunan: Suraiya Faroqhi, 13 Mart 2006.
5. Toplantı
XIX. Yüzyılda Osmanlı’da İskân ve
Nüfus Politikası
Sunan: Kemal Karpat, 23 Haziran 2006.
Değerlendirme: Kazım Baycar
Osmanlı’da İskân Tarihi: Giriş
Osmanlı’da nüfus ve iskân politikaları başlıklı toplantılar serisinin ilkinde konuğumuz olan Gülfettin Çelik, Osmanlı’nın nüfus politikaları çalışmalarında, esas alınabilecek kaynaklar ve teorik çerçeve bağlamında giriş mahiyetinde bir sunum yaptı.
Konuşmasına, Osmanlı toplumsal sisteminin ana hatlarının diğer toplumsal sistemlerle paralellik gösterdiğini vurgulayarak başlayan Çelik, nüfus politikalarını anlayabilmek için Osmanlı toplumsal sistemini ortaya çıkartan şartların ve temel kabullerin irdelenmesi gerektiğini belirterek şunlara değindi:
Meseleyi en genel çerçeve içinde ele alacak olursak, aynı amaçlara sahip olan ve aynı hedefleri gözeten bireyler toplumsal grupları oluşturur. Amaç tatmini ve bütünleşme işlevlerini yerine getirmek doğrultusunda toplumsal grupların bir araya gelmesi ve belli bir ilişki içerisine girmesi sonucu toplumsal değerler ortaya çıkar. Daha sonraki aşamada da bu ilişkilerde sisteme duyulan ihtiyaç kurumsal mekanizmaların ortaya çıkmasına neden olur. Kurumların ortaya çıkışı aslında sistem denilen daha geniş kapsamlı bir yapının da zeminini hazırlar. Sosyal, siyasal ve ekonomik olmak üzere üç alt gruptan meydana gelen toplumsal sistemi oluşturan mekanizmalar bir defa oluştu mu bunları değiştirebilmek ancak radikal sosyal ve siyasal oluşumların neticesinde mümkün olabilir.
Osmanlı da toplumsal sistemi oluşturan bütün bu unsurları ana hatlarıyla içerir. Osmanlı devletinde de sosyal gruplar, bu grupların ürettiği sosyal değerler ve değerlerin oluşturduğu kurumlar ve bu kurumların meydana getirdiği sistemler vardır. Bunların dışında Osmanlı’yı diğerlerinden farklı kılan pek çok husus da mevcuttur. Öncelikle Osmanlı toplumsal sistemi bazı önkabullerin yanında, hüküm sürdüğü dönemin icbar ettiği bazı şartlarla ortaya çıkmıştır.
Bu bağlamda Osmanlı sistemine katkıda bulunan dört ana faktörden bahsetmemiz mümkündür. Bunlar Orta Asya kültür mirası, İslâm öğretisi, Anadolu medeniyetlerinin katkıları ve çağın gereksinimleridir. Osmanlı toplumsal sistemi, siyasal anlamda üniter ve merkeziyetçi, ekonomik anlamda özel teşebbüsü öncelemenin yanında müdahaleci bir niteliğe sahiptir; sosyal anlamda da devlet, denetleyici ve yönlendiricidir. Ayrıca sınıflara dayalı bir sosyal sistemin görülmemesi, Osmanlı Devleti’nin ayırıcı özellikleri arasında sayılabilir.
Bu çerçevede Osmanlı iskân ve nüfus politikalarını, kuruluş dönemi, mekanizmanın devam ettiği dönem ve dönüşüm probleminin sistemde dönüşümü gerekli kıldığı dönem olmak üzere üç ayrı dönemde incelemek mümkündür.
Kuruluş dönemi Osmanlı iskân politikalarının siyasal noktadaki temel hedefi, sistemin kurulması ve yeni katılan öğelere sistemin ihracı olarak özetlenebilir. Sistemin kurulmasında da temel hedef otoritenin teminidir. Bu bağlamda nüfus ve iskân politikalarının şekillendirilmesinde askerlerin ihtiyaçlarının sağlanması da bir hedef olarak gösterilebilir. Ekonomik noktadaki temel hedef ise, yeni üretim alanlarının oluşturulması doğrultusunda dolaylı olarak yeni vergi imkânlarının arttırılmasıdır. Devletin sosyal gruplardan beklentilerinin dışında, daha alt düzeyde, onları doğrudan doğruya hedefleyen beklentileri de vardır. İslâmlaştırma politikalarını bu bağlamda değerlendirmek gerekmektedir.
Mekanizmanın oturduğu dönem olarak isimlendirdiğimiz ikinci dönemde Osmanlı Devleti büyük ölçüde sistem sorununu çözmüş durumdadır. Bu dönemde uygulanan iskân politikaları daha ziyade zaruri nedenlerle ortaya çıkmaktadır. 1571 yılında fethedilen Kıbrıs’taki iskân politikaları bu noktada iyi bir örnektir. Kıbrıs adasında uygulanan iskân politikaları, sistemde problem yarattığı varsayılan insanların burada iskân edilmesine matuftur.
Nüfus ve iskân politikalarının değişim ve dönüşüm geçirdiği son aşama XVI. yüzyıl ile XIX. yüzyıl arasındaki geniş zaman aralığına denk gelmektedir. Bu dönemde, coğrafî keşifler başta olmak üzere, dünya çapında meydana gelen yeni gelişmeler Osmanlı’nın diğer bütün politikalarında olduğu gibi nüfus politikalarında da bir değişime gitmeyi zorunlu kılmıştır. Bu dönemde gözle görülür en önemli değişiklik, Tokat, Erzurum gibi önemli ticaret yollarının eski önemlerini yitirmeleridir. Bunun sonucunda insanların yoğun bir şekilde kırlardan kentlere doğru göç ettiklerini görmekteyiz. Osmanlı idaresi, bu dönemde istemediği halde, şehirlere biriken bu insanların iaşesini sağlayacak yeni bir mekanizma geliştirmek durumunda kalmıştır. XIX. yüzyılda bu değişim ve dönüşüm ihtiyacı doruk noktaya ulaşmıştır. Nitekim, Balkan Savaşları, Kırım Savaşı gibi, bu yüzyılda meydana gelen olağanüstü siyasî meseleler Osmanlı nüfusunu önemli ölçüde etkilemiş, üç buçuk milyon insan Anadolu’ya çeşitli bölgelerden göç etmiştir. Bu yoğun göçlere ve hızlı nüfus değişimine rağmen, Çelik’e göre Osmanlı, yeni gelen unsurları sistemle bütünleştirmede başarılıdır. Bu başarının en önemli nedeni, Osmanlı’nın sınıf sistemine dayanmayan temel kabulleri ve dünya algısıdır.
Ömer Lütfi Barkan ve
Osmanlı İskân Tarihine İlişkin Çalışmaları
İkinci toplantıda, Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemi iskân politikaları üzerine eserler kaleme alan çalışmalarını özetleyen Yunus Koç, konuşmasının başında tarih yazımında iki farklı ekol ya da çalışma biçimi olarak değerlendirebileceğimiz, belge eksenli çalışma metodu ile sorun eksenli çalışma metoduna değindi. Türkiye tarihçiliğinde öncü bir yeri olan Ömer Lütfü Barkan’ın her iki çalışma yöntemini aynı anda başarıyla kullanabilen ve bunları çalışmalarında verimli bir biçimde yansıtabilen nadir bilim adamlarından biri olduğunu vurguladı.
Yunus Koç’a göre Barkan’ın tarih alanında verdiği ürünler bütünüyle değerlendirildiğinde, üç temel faktörün, Barkan’ın akademik çalışmalarını şekillendirdiği görülür. Bu faktörlerden ilki Fransız menşeli Annales ekolünün etkisidir. 1940’lı ve 50’li yılların en fazla iltifat gören Annales ekolünün tarih yazımına yaptığı en büyük katkı, tarih araştırmalarına coğrafyanın eklemlenmesidir. Dünya çapında tarih alanında ne olup bittiğini yakinen takip eden Barkan bu ekolün temsilcileriyle de yakın bir ilişki içindeydi.
İkincisi, Barkan, II. Dünya savaşı arifesinde dünya genelinde ortaya çıkan devlet merkezli yaklaşımlardan etkilenmiştir. Özellikle bu dönemde siyasî anlamda Türkiye hakkında birtakım senaryoların yeniden üretilmeye başlanması, Barkan’ın temelde devleti ön plana çıkarmasına neden olacaktır.
Barkan’ın çalışmalarını yönlendiren önemli üçüncü faktör de kendisinin, Gibbons ve Wittek gibi Batılı tarihçilerin Osmanlı’nın kuruluşu üzerine yaptıkları tespitlere cevap verme doğrultusundaki motivasyonudur. Gibbons dört yüz çadırlık küçük bir aşiretin koskoca bir imparatorluğa dönüşmesini ırk teorisiyle açıklamaya çalışırken Wittek bu konuda Gazi teorisini ortaya atar. Bu noktada Köprülü’nün her iki tarihçiye karşı savunduğu tezini destekler. Arkasından da ana açılım olarak Köprülü’nün belki dışarıda bıraktığı, toprak ve insanı bir arada tutan bir etken olarak iskân politikalarına ağırlıklı bir vurgu yapar.
Barkan’ın Wittek ve Gibbons’a karşı olan reaksiyonel tavrının arka planında, devlet ya da sistem tartışmalarının dışında halk tabanında neler olup bittiğini anlamayı amaçlayan bir açılım mevcuttur. Bu açılımın da ete kemiğe bürünmüş hâli, iskânın nasıl gerçekleştirildiği ve nasıl yürütüldüğüne dair çalışmalarıyla ortaya çıkar. Bu noktada Barkan nüfus ve iskân meselesi çerçevesinde insanın toprakla bütünleşmesini üç aşamada değerlendirmektedir.
Bu aşamalardan ilki, gerek Moğol istilası öncesi gerekse sonrasında 1070’li yıllardan 1230’lara kadar gelen bir süreçte yoğun bir nüfus transferidir. Bu noktada Barkan, Köprülü’nün devletleşme sürecinde nüfusun daha çok örgütsel yapısına (dinî ve tarikatlara dayalı yapılanmalara) vurgu yapan anlayışını önemsemektedir. Ancak bununla beraber toplumun daha da tabanına inerek, insanların köylere nasıl yerleştirildiği, toprağa yeni yerleşen insanların nasıl tarımsal faaliyetlerde bulunduğu, zaviyelerin ve tekkelerin bu dönemde tabandan nasıl karşılık bulduğu gibi çok daha somut meselelere el atar
İnsan’ın toprakla bütünleşmesi sürecinin ikinci aşaması yerleşim sürecidir. Doğudan gelen Türk boylarının aşiretler halinde nereye gittikleri veya merkezî otorite tarafından hangi bölgelere neye göre yerleştirildikleri meselesi henüz çok açığa kavuşmuş değildir. Selçukluların merkezî otoriteyi sarsmamalarını sağlayacak bir yerleştirme politikası takip ettikleri bilinmektedir. Barkan temel çalışma alanı olan XVI. yüzyıl büyük nüfus ve arazi defterlerinden hareket etmiştir. Ve buradan geriye doğru teşmil ederek meseleyi köhne ve atik defterlerinin kayıtlarını kullanarak aydınlatmaya çalışmıştır.
Söz konusu sürecin üçüncü ve son aşaması nüfus baskısının ve onu takip eden iskânın üzerine siyasal örgütlenme ile son bulacaktır. Bu noktada siyasal örgütlenmeyle kastedilen aşiretlerin ya da boyların zamanla kurumsallaşarak bir beylik ve daha geniş anlamıyla siyasî bir irade olarak ortaya çıkma süreçleridir. Barkan’ın yazdıklarından hareketle kendisinin bu süreci bilinçli, son derece sistematik, önceden hesaplanmış, sonuçları önceden bilinen bir süreç olarak gördüğü sonucuna varılabilir.
Cengiz Orhonlu ve Osmanlı İskân Tarihine
İlişkin Çalışmaları
Gerek Cengiz Orhonlu’nun aşiretler üzerine yaptığı çalışmalar gerekse konu üzerindeki kendi çalışmaları çerçevesinde Osmanlıların aşiretleri iskân politikalarını irdelediğimiz üçüncü toplantımızda Tufan Gündüz, sözlerine, günümüzde bile pek çoğumuzun aşiret olgusuna ünsiyetinin devam etmesi dolayısıyla, aşiretler konusunun hem folklorik tarih hem de etnografik tarih açısından çalışmaya değer bir alan olduğunu vurgulayarak başladı. Gündüz’e göre, Cengiz Orhonlu’nun ilk olarak ele aldığı aşiretler meselesi, günümüze değin pek çok tarihçi tarafından işlenmesine ve üzerinde ayrıntılı yerel çalışmalar yapılmasına rağmen henüz bütünüyle değerlendirilebilmiş değildir. Henüz böyle kapsamlı bir çalışma yapılması için de erkendir. Aşiretler meselesinin bütünüyle kavranılabilmesi her şeyden önce yapılacak saha çalışmalarının niceliğine bağlıdır.
Aşiretler ve iskân meselesi dendiğinde üzerinde en fazla tartışılan mesele, Osmanlı Devleti’nin, başından itibaren çeşitli konar-göçer aşiretler üzerinde yerleşik hayata geçiş anlamında planlı bir politikası olup olmadığı üzerinedir. Gündüz, R. Paul Lidner’in ortaya attığı ve bugün pek çok tarihçi tarafından kabul edilen görüşün aksine Osmanlı’nın hiçbir şekilde aşiretleri iskân gibi bir derdi olmadığını ifade etmektedir. Lidner’in meşhur iddiasına göre merkezileşmeyi şiar edinmiş Osmanlı Devleti, bu büyük projeye engel teşkil etmelerinden dolayı aşiretlerden nefret ediyordu ve onların her ne pahasına olursa olsun yerleşik hayata geçmelerini sağlamaya çalışıyordu. Bunu yapabilmek için de aşiretlere ağır vergiler dayatıyor ve onları bezdirmeye çalışıyordu.
Cengiz Orhonlu’ya göre ise esas gayesi ve önceliği olabildiğince çok vergi toplamak ve halkın iaşesini sağlayabilmek olan devlet için, aşiretlerin iskân edilip edilmemeleri çok da önemli bir gündem değildi. İktisadî faaliyetlerin devamını önemseyen devlet, vergilerini ödedikleri ve isyan ya da anarşi doğurmadıkları sürece aşiretlere istedikleri yaşam tarzına kavuşma hakkını tanımıştır ve planlı bir iskân politikası gütmemiştir. Öte yandan devlet, aşiret yaşamını da tam bir kontrol altına almıştır. Hemen her bir aşiret için farklı kanunnameler hazırlayarak aşiretlerin vergiyi nasıl vereceklerini; hangi yaylaya, hangi güzergâhtan geçerek hangi kışlağa gideceklerini tek tek tespit etmiş ve bunları bir nizama oturtmuştur. Ayrıca bir konar-göçerin yerleşik hayata geçmesi de (taştan ev yapmak, on yıl orada ikamet etmek gibi) belli kurallara bağlanmıştır. Bütün bunlardaki temel kaygı devletin biçilen maksimum vergi miktarını toplamak istemesinden kaynaklanmaktadır.
Devlet ile aşiretler arasındaki problem XVII. yüzyılda kendisini göstermeye başlamaktadır. Özellikle bu dönemden itibaren savaşların yoğunlaşmasıyla beraber devlet düzeninde belirgin bir bozulmanın meydana gelmesinin bir sonucu olarakaşiretlerin devlete karşı itaati zayıflamıştır. Eski dönemlere kıyasla daha başıboş davranma cesaretini kazanan aşiretler, köylülerin ekinlerine zarar vermeye ve gerektiğinde devlete bile isyan etmeye başlamışlardır. Bunun üzerine ilk kez bu dönemde belli bir iskân siyaseti izlenmiş ve huzursuzluk çıkartan aşiretlerin zapturapt altına almak için Kuzey Suriye’de iskân ettirilmesi planlamıştır.
Gündüz’e göre burada vurgulanması gereken esas mesele devletin, sadece huzursuzluk çıkartan aşiretlerle mücadele etmesi, vergisini ödeyen ve kendi işiyle meşgul konar-göçerler ile hiçbir problemi olmadığıdır. XVII. yüzyılda alınan bu tedbirlerin işe yaramaması, Suriye’ye yerleştirilmek istenen aşiret mensuplarının kaçarak Anadolu’nun içlerine girmeleri ve geçimlerini sağlayabilmek için kaçtıkları yerlerde eşkıyalık yapmaya başlamaları durumu daha da vahim bir hale getirince XVIII. yüzyılda devlet farklı bir politika izler ve bu konar-göçerleri bulundukları yerlerde yerleşik hayata geçirme planı yapar. Ancak bu politika da, bir kısım aşiretleri ciddi bir yoksulluk sıkıntısıyla karşı karşıya getirir. Bulundukları yerlerde bulaşıcı hastalıkların baş göstermesi de aşiret mensuplarının kırılmasına neden olur. Neticede kaçabilenler yerlerini terk etmişler ancak kaçamayanlar devletle pazarlık yaparak anlaşma yoluna gitmişlerdir.
Son olarak XIX. yüzyıla gelindiğinde iskânın, özellikle fırka-ı İslahiye’nin yaptığı iskânın, farklı bir karakter taşıdığını görmekteyiz. Daha önceki iki yüzyılda aşiretlerle sadece iktisaden karşı karşıya gelmek durumunda kalan devlet bu defa siyaseten de aşiretlerle karşı karşıya gelmiştir. Örneğin Mehmet Ali Paşa isyanı sırasında Anadolu’da Osmanlı ve Mısır ordusu arasında kalan Çukurova’da meskun aşiretler, daha başıboş hareket etme fırsatı bulmuş ve kendi çıkarları doğrultusunda iki taraftan birine destek vermişlerdir.
Osmanlı’da İskân ve Nüfus Politikası
Özellikle erken modern dönem Osmanlı çalışmalarıyla bilinen Prof. Dr. Suraiya Faroqhi’yi konuk ettiğimiz dördüncü toplantımızda Osmanlı’da iskân ve nüfus politikası üzerine daha önce yapılan ve çokça bilinen çalışmalar üzerinden meselenin arka planını tartıştık. Bu bağlamda Faroqhi, iskân politikalarının üç farklı temel yaklaşım üzerinden toparlanabileceğini ifade etti.
İlk yaklaşım, iskân politikaları üzerine ilk çalışmaları yapan Ömer Lütfi Barkan’a aittir. Barkan’a göre Osmanlı’nın başka bölgelerden nüfus transferi yapmasının temelinde yeni fethedilen yerlerdeki hâkimiyeti pekiştirmek maksadı yatmaktadır. Yüzeysel bir bakışla bunu dolaylı bir İslâmlaştırma politikası olarak da okumak mümkündür. Ancak Faroqhi’ye göre bu o kadar da basit değildir. Nitekim İstanbul’a dışarıdan sadece Müslüman nüfus getirtilmemiş, şehrin temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere, esnaf ve tüccarlar gibi faal gayrimüslim nüfus da yerleştirilmiştir.
Konu üzerine ikinci yaklaşım Cengiz Orhonlu tarafından geliştirilmiştir. Orhonlu Aşiretleri İskân Teşebbüsü adlı çalışmasında Osmanlıların konar-göçerlere pek sıcak bakmadığını ve (Safevi’lerin aksine) konar-göçerlerin politik iktidardan pay alma teşebbüslerinden çekindiğini belirtmiştir. Dolayısıyla Osmanlılar konar-göçerlerin bir an evvel yerleşik duruma geçmelerini sağlamaya çalışmıştır. Ancak bu teşebbüs başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Orhonlu’ya göre bu noktadaki esas problem Osmanlı yönetiminin kendi içinde kararsız kalmış olmasıdır. O güne kadar hayvancılık yaparak hayatlarını idame ettirmeye çalışan konar-göçerler yeni yerleştikleri bölgelerde sürülerini hızlı bir şekilde kaybettikleri ve tarımsal üretime aynı hızla adapte olamadıkları için açlık sorunuyla karşılaşmışlar ve arşiv belgelerinde de ifade edildiği gibi huzursuzluk çıkarmaya başlamışlardır.
Münir Aktepe 1950’li yıllarda yaptığı çalışmalarla, iskân meselesini menfi yönleriyle ele almaktadır. Aktepe iskân politikalarının, insanları belirli bir yere yerleştirme politikası üzerinden değil, ülkeye akın eden belirli insan topluklarını belirli yerlerden uzak tutmak, onları bir kısım yerlere iskân ettirmemek üzerine kurulu olduğu görüşündedir. XVIII. yüzyılda İstanbul’a insan akınının önlenmesi adına alınan tedbirler buna örnek olarak gösterilebilir.
XVII. yüzyıl’da bu üç genel yaklaşımın arka planına baktığımız zaman, karşımıza çıkan ilk sonuç, yerleştirme politikasının ciddi bir mukavemetle karşı karşıya geldiğidir. Nitekim para ekonomisinin var olduğu düşünülen Osmanlı köylerinde, belirli hizmetler köylü ailelerce karşılıklı olarak belirli bir sıra ile sağlanmaktadır ve bu hizmetlerden faydalanabilmek için o köy camiasının içinde olmak gerekmektedir. Dolaysıyla dışarıdan gelen yabancı yerleşimcilerin daha önceden mevcut bulunan camia ile bir ilişkiye girmemesi durumunda bu tip hizmetlerde yer almaları ve bunlardan yararlanmaları mümkün değildir. İnsanların bir anlamda yerleşmek istememelerinin nedeni buna dayanmaktadır.
Bu bağlamda, Osmanlı arşivlerinden yararlanarak, İstanbul ve Kıbrıs’taki iskân politikaları üzerine yapılan çalışmalar, o dönem insanlarının iskâna karşı direnişlerinin nedeni üzerine bize aydınlatıcı ipuçları vermektedir. Örneğin İstanbul’un fethi sonrasında şehre gelen halka karşılıksız ev verilmesi taahhüt edildiği halde daha sonra bu fikirden vazgeçilmiş ve evlerden kira istenmiştir. Ayrıca, Musevi cemaati içerisinde yerli bir aile ile sürgün bir aile arasında geçen nişan davası örneğinde de görülebileceği üzere, sürgünler hiçbir zaman daha önceden yerleşik olanlarla eşit haklara sahip hukukî bir statüye sahip olamamışlardır. Örneğin Şenol Çelik’in Kıbrıs’la ilgili çalışmaları Osmanlı yönetiminin adaya aile iskân etmekte başarısız kaldığını göstermiştir. Adanın veba salgınına ve çekirge istilasına uğraması; ayrıca toplumda başa bela olan kişilerin ve ailelerin genellikle buraya sürgün edilmesi, iskân edilecek aileleri direnişe geçirmiştir. Bütün bu maddî kayıplar, statü kayıpları, bulaşıcı hastalıklar ve hububat kıtlığına karşın, İstanbul nüfusunun beklenenin çok üstünde kalabalık bir nüfusa sahip olduğu görülmektedir. Özellikle, XVIII. yüzyıldaki fes loncaları Tunuslular ve Balkanlardan gelen bakkalların İstanbul kentinde hiçbir sorun çıkartmadıkları, şehir ve lonca düzenini bozmadıkları takdirde işlerini yapabilme hakları resmen tanınmıştır.
Sonuç olarak, Osmanlı’nın aşiretleri yerleştirme politikasında belgelerde ifade edildiğinden daha az başarılı olduğu ifade edilebilir.
XIX. Yüzyılda Osmanlı’da
İskân ve Nüfus Politikası
Yurtiçi ve yurtdışında özellikle Osmanlı nüfusu üzerine yaptığı çalışmalarıyla bilinen Kemal Karpat’ı konuk ettiğimiz bu dizinin son oturumunda, nüfus çalışmalarını özellikle XIX. yüzyıl çerçevesi içinde yoğunlaştıran Karpat, bu yüzyılın ilk yıllarından itibaren başlayan ve sonra ivme kazanan Anadolu’ya nüfus akışı, muhacirlerin hangi bölgelerden geldiği, gelen muhacirlerin devlet tarafından ne şekilde yönlendirildiği ve nasıl iskân edildiği gibi önemli konuların üzerinde durdu.
Konuşmasının başında öncelikle, Türk milletinin Anadolu toprakları üzerinde Malazgirt’ten bile öncesine dayanan bir göç mazisi bulunduğunu vurgulayarak, göç ve nüfus meselesinin millet olarak varlığımızın mihverini teşkil ettiğini ileri süren Karpat’a göre, tarihleri boyunca Müslüman ve Türk toplulukları şu veya bu şekilde sürekli bir mekânsal hareketlilik içinde bulunmuşlardır. Bu açıdan bakıldığında, mevcut toplumumuzu bir bütün halinde anlayabilmek ve onu bir arada tutan temel dinamikleri kavrayabilmek için, göç, nüfus ve iskân meselelerinin iyi derecede analiz edilmesi gerekmektedir. Karpat, şu ana kadar Osmanlı nüfusu üzerine yapılan çalışmaların nicel olarak oldukça az olmasını ciddi bir eksiklik olarak görmekte ve bu temel kaygılarla meseleye eğildiğini belirtmektedir.
XIX. yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti, tamamıyla yeni oluşan siyasî koşulların bir sonucu olarak Kırım, Kafkasya ve Balkanlar’dan göç etmek zorunda kalan ve ekseriyeti Türk ve Müslüman olan muhacirleri topraklarına kabul etti. Kırım’dan Osmanlı topraklarına göçler 1783 yılında Rusların bu topraklara egemen olmasından sonra artsa da Kırım Tatarlarının Anadolu’ya gelip gitmeleri daha önceki dönemlerde de son derece sıradan karşılanan bir durum olduğundan Kırımlılar kendi dillerini konuşan ve kendi dinlerine, milletlerine sahip Anadolu halkını kendilerine yabancı görmüyorlardı. Kendi dinî ve millî kimliklerine yoğun bir şekilde bağlı bulunan Kırım halkı, kendilerine yabancı gördüğü Rus egemenliği altında kalmamak adına 1873 yılından itibaren yoğun bir şekilde Anadolu’ya göç etmiştir.
Kronolojik sıra takip edildiğinde Anadolu’ya yapılan ikinci önemli göç dalgasını Kafkas göçleri oluşturur. Şeyh Şamil’in Ruslara karşı verdiği 25 yıl süren direnişin kırılması ile Kafkaslar bütünüyle Rus kontrolü altına girmişti. Kırım savaşının başlamasıyla beraber Kafkas cephesinden gelebilecek muhtemel bir saldırıya karşı Rusların önlem olarak buradaki halkı zorunlu göçe tabi tutmasının sonucunda 1862-1924 yılları arasında, otuz-kırk ayrı dili konuşan ve sayıları bir buçuk iki milyonu bulan çok çeşitli Müslüman Kafkas halkı Osmanlı’ya göç etmiştir. Karpat’a göre bu zorunlu göç tam anlamıyla bir faciadır. İngiliz arşivlerinde yapmış olduğu hesaba göre bu tehcir sırasında yaklaşık 800 bin Müslüman katledilmiştir.
1877 yılında Balkan harbinin başlaması Osmanlı topraklarına yapılacak üçüncü büyük göç dalgasının da habercisi olmuştur. Balkan devletlerinin tek tek bağımsızlıklarını elde etmeleri, orada, nüfus bakımından ciddi bir varlık gösteren Müslüman halkta güvenlik sıkıntısı yaratmıştır. Bu sıkıntının sonucu olarak bir milyona yakın göçmen Anadolu’ya gelmiştir.
Söz konusu üç büyük göç dalgası Osmanlı toplumunun sosyal ve demografik yapısını ciddi bir biçimde etkilemiştir. Gelen muhacirlerin sağlıklı bir şekilde yerleştirilmeleri ve hayatlarını idame ettirebilmeleri adına Osmanlı idaresi sistematik bir iskân politikası uygulamak istemiş ve bu maksatla ilk iş olarak uzmanlardan bir iskân komisyonu kurmuştur. Osmanlı, ülkesine gelen büyük muhacir kitleleri parçalara ayırarak, küçük gruplara bölerek iskân etme yolunu tercih etmiştir. Devletin buradaki en büyük kaygısı şüphesiz güvenlikle ilgilidir. Hatta söz konusu büyük kitlelerin liderleri, kasıtlı bir şekilde merkezde iskân ettirilerek kontrol altına alınmaya çalışılmıştır.
Osmanlı, gelen muhacirleri Mithat Paşanın yaptırdığı bir araştırmaya göre devlet genelinin yaklaşık %50’sini oluşturan ziraata müsait, ancak işletilmeyen topraklara yerleştirmiştir. Muhacirler burada yaptıkları ziraî faaliyetleri ile hem devlete önemli bir vergi geliri sağlamış hem de genel üretime katkıda bulunmuşlardır. Nitekim asrın sonunda devletin ziraattan aldığı vergi miktarı üç dört misli artmıştır. Ayrıca yeni gelen nüfusun orduya asker sağlama bakımından da önemli katkısı olmuştur.
Sonuç olarak bu dönemde Anadolu’ya yapılan bu göçler mevcut yerli yapıyla kaynaşarak yepyeni bir toplumun oluşmasını sağlamıştır. Karpat’a göre en güçlü milletler böyle bir karışımdan meydana gelmiş milletlerdir. Bu göçler eski Osmanlı topluluğunu değiştirmiş, ona yeni bir kan, yeni bir can vermiş ve yeni bir ufuk açmıştır.
Karpat, 1950’li yılların sonlarından itibaren başlayan Türkiye’deki köyden kente göç hareketlerinin nüfusu yeniden kaynaştırarak bugünkü Türk toplumunu oluşturduğu tespitini yaparak konuşmasına son verdi.
Tarih Okumaları serisi, “Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de İskân Politikaları”ndan sonra “Bizans Kronikleri”konusuileyolunadevam ediyor. Bundan önceki programlarda olduğu gibi yine tartışmayı şekillendiren metin ve kişilerin konuşulacağı bu çok önemli ve ilginç toplantılarda görüşmek dileğiyle…
İlginizi Çekebilir: